Toplumdaki bir kadının yerinin, nihayetinde aile içindeki yerinin bir yansıması olduğu tartışılabilir. O zaman, İslam öncesi Arap toplumunda, bir kadının ailevi durumunun belirsiz olduğu, kontrolünü ötesindeki koşullara büyük ölçüde bağlı olduğu bir sürpriz olmayacaktır. Toplumda saygı duyulan ve methiyelerle göklere çıkarılan oğulların annelerine, özellikle de eğer dünyaya cesur savaşçılar getirmişlerse övgü dolu muameleler edilmesi ve daha önce de değinildiği gibi, bir kız bebek bahşedilen değersiz bir annenin arasında garip bir karşıtlık var olmaktaydı. Bir kadının değeri, ancak bir erkeğe bağlı olmasıyla kurulabiliyordu; bu, kadınların İslam öncesi Arap toplumunda gördükleri öz değer eksikliğinin talihsiz bir yansımasıydı.
Bu, aynı zamanda İslam öncesi şüpheli medeni düzenlemelerle de tasvir edilebilir; bir kadın, resmi bir teklif ile gerçekleşen resmi evliliklerden, çeyiz karşılığında birkaç saat kadar sürebilen geçici akitlere kadar birçok evlilik yapabilirdi. Ancak, bu evlilik biçimlerinin hiçbiri, bir kadının güvenliğini garanti etmedi ya da eşitlik ve karşılıklı sorumluluk ilişkisi sağlamadı. İslam’dan önce, erkekler boşanmak için hiçbir yardım kaynağı olmayan eşlerine karşı resmi hiçbir ekonomik ya da sosyal maddi yükümlülük üstlenmediler. Aksine, erkekler kendi iradeleri ile boşanabilir ve sınırlama olmaksınız istedikleri kadar kadınla evlenebilirlerdi. Bir kadın bu yüzden, fiziksel ya da duygusal bir koruma olmaksızın, arafta kalır ve talihsiz durumdan ötürü boşanıp ayrılamazdı.
Erkekler, aynı zamanda kendi geçici heveslerini göz önünde bulundurmaksızın, eşlerini istedikleri gibi hükmetmekte özgürdüler. Bir erkek, hamile kalması ve hamilelik belirtileri gösterdikten sonra diğer adamdan geri alınmak üzere, eşini geçici olarak ona hayran kalmış – belki cesur bir şövalye ya da asil bir şair – başka bir erkeğe verebiliyordu. Kadının bu konudaki hisleri ve düşünceleri dikkate alınmayacaktı. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bağlı olduğu Kureyş kabilesindeki gibi soyluların çoğu, altındaymış gibi zina yaptığını görmüş ve ondan kaçınırken, bazı seçkinler, kadınları kendi iradelerine karşı vücutlarını fahişeler gibi kiralamak için esaret altında tutacaktı. Ayrıca zoraki evlilikler, namus cinayetleri ve kadın sünneti gibi
başka birçok baskıcı uygulamaya da dâhil oldular: İslam öncesi var olan ve bugün hala İslam’ın rehberliğinden habersiz bazı kabile kültürlerinde var olan insan hakları trajedileri.
Evliliklerdeki aynı ölçüde talihsiz sonlar çok sayıda bulunmaktaydı. İslam öncesi Arap toplumunda, bir dul, ölen eşin erkek akrabaları tarafından, geleceğini uygun gördükleri şekilde belirleyebilecekleri geride bırakılan miras olarak alınacak mülkle eşdeğerdi. Evliliğin yaygın bir şekli, bir oğlunun üvey annesini “miras alması” idi. Bundan önce bile, İslam öncesi toplumda yaşayan bir kadının, bütün bir yıl boyunca eşinin evdeki küçücük, kap karanlık bir odaya girerek yas tutması gerekiyordu; iftidâd olarak bilinen iğrenç bir teamül. Kadın, en kötü kıyafetlerini giyer, suya dokunmaz, tırnaklarını kesmez, vücudunda çıkan tüyleri almaz ve toplum içinde görünmezdi. Bir yıl sona erdiğinde, edep yerlerini genellikle bunun sonucunda ölecek bir hayvanla temizleyecek sonra sokakta başıboş gezen, gördüğü ilk köpeğin üstüne hayvan gübresi yağdıracak, bu suretle matemini törensel bir zirvede sona erdirecekti. Bundan sonra bile, geleceği kendi ellerinde olmayacaktı aksine onu miras alan her kim ise, onun geçici heveslerine mecbur kalacaktı.
İslam’ın doğuşuyla birlikte, ailevi yaşantılardaki devasa değişimleri zorunlu kılan toplumun kadınlara bakışında bir dizi değişim gerçekleşti. Bu kadim teamüllerden keskin bir biçimde uzaklaşma, ailesi içinde değer gören ve sevgi beslenen bir kadının meşru durumunun kendi çabası sonucunda tesis edilmesini yasallaştırıldı. Her şeyden önce, İslam, annelerin yüce durumunu, davranışlarına ve hatta inançlarına bakılmaksızın, onlara karşı son derece saygılı ve şefkatli olmaya davet edip kutsal kabul etti. Anneler, Kur’an-ı Kerim’de özel olarak anılan merhametli, şefkatli ve özverili olmalarından dolayı kabul edilmektedir:
Biz insana anne babasıyla ilgili öğütler verdik. Annesi, güçten kuvvetten düşerek onu karnında taşımıştır; çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bunun için (ey insan), hem bana hem anne babana minnet duymalısın; sonunda dönüş yalnız banadır. [Kur’an-ı Kerim 31:14]
Bir annenin sonsuz değeri ve önemi, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından sıklıkla vurgulanmıştır. Sahabelerine, anneleri özel ihtimam ve minnettarlıkla muamele etmelerini konusunda yol gösterip, onlara anneye karşı şefkatle davranmanın Allahü Teâlâ’nın lütuf ve sonsuz mükâfatına erişmek için bir araç olduğunu öğretirdi. Bir keresinde, Muâviye İbnu Câhime Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gelir ve: “Ey Allah’ın Resûlu, ben gazveye [cihad] katılmak istiyorum, bu konuda sizinle istişare etmeye geldim” der. Resûlullah, “Annen var mı?” diye sorar. “Evet” deyince, “Öyleyse ondan ayrılma zira cennet onun ayağının altındadır” buyurur. Bir kişinin anne babasıyla ilgilenmesi, adalet uğruna ve ezilenleri korumak için savaşmakla eşdeğer hale getirildi.
Bu tür bir başka etkileşimi açıklayan sahabe Ebu Hureyre şöyle nakletmektedir; “Allah’ın Resûlu’ne (s.a.v.) bir adam gelerek, ‘Ey Allah’ın Resûlu, iyi davranıp hoş sohbette bulunmama en ziyade kim hak sahibidir?’ diye sorar. Resûlullah (s.a.v.), ‘Annen!’ diye cevap verir. Adam, ‘Sonra kim?’ der. Resûlullah, ‘Annen!’ diye cevap verir. Adam tekrar, ‘Sonra kim?’ der. Resûlullah yine, ‘Annen!’ diye cevap verir. Adam tekrar sorar, ‘Sonra kim?’ Resûlullah, bu dördüncüyü, ‘O zaman, Baban!’ diye cevaplar.” Böylece bu özel ve eşsiz ilişkinin önemini daha fazla vurgulamaktadır.
Sahabeleri bu öğretilerden derinden etkilendi. Hz. Ömer bin Hattab (r.a.) bir keresinde, annesini sırtında taşırken Kâbe-i Şerif’i tavaf eden bir adam görür. Adam ona sorar, “Ey İbn Ömer! Ne dersin, annemin hakkını ödemiş oldum mu, böyle bir hizmetle ona olan borcumu ödedim mi?” diye sorar. Hz. Ömer bin Hattab adama, “Hayır! Onun doğum sırasında çektiği acılar karşı dile getirdiği bir tek ah çekmesini dahi karşılayamadın. Ama iyi yaptın, Allah bu ufak şey için seni çok daha fazlasıyla ödüllendirecek” der. İslam tarafından ortaya konulan bakış açısındaki değişimi tasvir eden bir başka rivayette, Ebu Zer el-Gıfârî (r.a.) kendisi hakkındaki bir şeyi âcizane kabul etmekte ve şöyle anlatmakta, “Benimle kardeşlerimden bir adam arasında bir hâdise oldu. Kendisini annesinden ötürü kınadım, ona hakaret ettim. O, beni Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) şikâyet etti, Resûlullah bana, ‘Sen böyle böyle diye hakaret ettin mi?’ diye sordu. Ben, ‘Evet’ diye cevapladım. Resûlullah bana, ‘Annesine hakaret ettin mi?’ diye sordu. Ben, ‘Evet’ diye cevapladım. Resûlullah bana, ‘Ey Ebû Zer, sen, içinde câhiliyyet [İslam öncesi bir bakış açısı] bulunan bir adamsın!’ dedi.”
İslam’ın, İslam öncesi toplumda anneler açısından neyin zaten yerleşmiş olduğunu doğruladığı göz önünde bulundurulduğunda, kızlara yapılan muamele kökten değişti. Yukarıda kaydedildiği gibi, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), kendi toplumunda kadınların hiçe sayılmasının nereden kaynaklandığını tam olarak anlamıştı; bir kadına nasıl bakıldığının asıl mahiyeti ve gereksinim eksikliği, kadına yüklenen egemen değer. Bir kızı canlı canlı gömmek, onun çoktan gömülmüş değerinin en yüksek zirvesiydi. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), bunu kendi kızlarına davranışları vasıtasıyla bir kadının doğumundan itibaren var olan değerini göstererek değiştirdi; var olan durumda toplam kargaşaya cevaben verilebilecek en büyük örnek. Resûlullah’ın “Cennet Kadınlarının Efendisi” diye hitap ettiği sevgili kızı Fatma eve geldiğinde, Resûlullah onu karşılamak için ayağa kalkar, onu alnından öper ve onu kendi yerine oturturdu. Resûlullah ona, “O benim bir parçam” derdi.
Aslında, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), kızlara yapıştırılan olumsuz kültürel etkileri tamamen tersine çevirdi; “Buluğa erinceye kadar kim iki kız evladı yetiştirirse – işaret ve orta parmaklarını birleştirerek – kıyamet günü o ve ben şu iki parmak gibi beraber oluruz.” Cahiliye günlerinde maddi yük olarak nitelenmelerinin aksine, onlar şimdi Ahireti arayan biri için en büyük yatırım aracı olarak düşünüldü. Halen devam eden, kızlara yapıştırılan herhangi bir olumsuz kültürel düşünce kalıntısı, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) verdiği bir örneğe sürekli başvurmak suretiyle defedilecekti. Yakub b. Bûhtan şöyle anlatmakta, “Benim tam yedi tane kızım oldu. Ne zaman bir kızım doğsa, Ahmed bin Hanbel’in yanına gelirdim. O da bana, ‘Ey Eba Yusuf! Peygamberlerin de kız çocukları vardı’ der ve onun bu sözleri kederimi dağıtırdı.”
Cennet girmek için kullanılan bir araç olmakla beraber, kişinin, bir kız babası olması ciddi bir sorumluluk olarak kabul edildi. Muhammed bin Süleyman el-Cezûlî şöyle söylemekte, “Erkek çocuklar bir lütuftur ve kız çocuklar salih ameldir. Allah, lütuflardan şüphe eder ve salih amelleri mükâfatlandırır.” Bir baba için bu, onlara sevgi ve şefkat göstererek, onları eğitmek suretiyle en iyi şekilde yetiştirerek ve işlerine göz kulak olarak ve bu suretle onlar vasıtasıyla cenneti arayarak kızlarına adanmış olmak anlamına geliyordu. İmam Şa’bi, “Kızını fâsık (Allah’ın emirlerini tanımayan, sapkın, günah işleyen, kötülük eden, fesatçı) bir adamla evlendiren kişi, onunla ilgisini kesmiştir.” derdi. Bu şekilde, kızları için endişelenmeleri evlilikleri bitene kadar ve ötesinde devam edecekti.
Bir kadının evliliği ile ilgili olarak, kadının kendi kaderini şekillendirmedeki rolü, ister açık ister üstü kapalı bir şekilde olsun, Şeriat’ın kadının rızası olmadan yürütülen bir evliliği tamamen geçersiz kılması gerçeğiyle vurgulanmaktadır. Bir kez daha, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), bir kadının evlilikle ilgili rızasının alınmasına gereken önemin verilmesine örnekle yol gösterdi. Abdullah bin Abbas, bakire bir kızın Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gelip, itirazlarına rağmen babasının onu evlendiğini söylediğini, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) de ona evliliği feshetme seçeneği verdiğini rivayet etmektedir. Benzer bir bilgide, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.), vaktiyle babası tarafından rızası alınmadan evlendirilmiş olan Al-Khansāʾ b. Khizām adlı kadının evliliğini feshetmiş olmasıdır. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) eşlerinden biri olan Ayşe’ye, bir zamanlar kendi durumunu yükseltmek için babasının onu kuzeniyle evlendirdiğini söyleyen bir kadın gelir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) kadının hikâyesini duyduğunda, kadının evli kalmaya devam edip etmeyeceği konusunda nihai kararı kendisine bırakır. Bu noktada, kadın aslında evliliğe karşı olmadığını söyler ve “ama babalarının bu yapmaya haklarının olmadığını kadınların bilmelerini istedim.” der.
İslam’daki boşanma yasalarına dair derinlemesine bir tartışma, gelecekteki bir yayında ele alınacaktır. Bu yazının amaçları, her iki taraf için adil bir sonuç sağlarken, ayrılık ve buna müteakip boşanma sürecini başlatmak üzere Müslüman bir kadın için uygun bir yolun bulunmakta olduğunu dikkate almak yeterlidir. Kocasından ayrılma sürecini başlatan bir eşin, uygulanabilir bir örneği şöyle vuku bulmuştur. Thabit ibn Qays’ın karısı, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gelip şöyle söyler, “Ey Allah’ın Resûlu, Thabit’in kişiliğindeki ve inancındaki kusurlar için onu suçlamıyorum, ama bir Müslüman olarak ben (eğer onun yanında kalırsam) İslami olmayan bir tavır sergilemekten nefret ediyorum.” Bunun üzerine Allah’ın Resûlu (s.a.v.), “Kocanın (çeyiz olarak) sana verdiği bahçeyi geri verecek misin?” diye sorar. Kadın, “Evet” der. Sonra Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), Thabit’e, “Ey Thabit! Bahçeni kabul et ve onu bir kerede boşa.” der.
Genel olarak, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) öğretileri, erkeklerin kadınlar üzerindeki dizginlenemez kontrolünü önemli ölçüde azaltmıştır. Bir erkek, kendi mali amaçları için hizmet eden kızını artık fuhuş yapmaya zorlayamaz. Evlilik bağlamında, bir kadına, İslam’daki yasalara aykırı olan hususlarda kocasına boyun eğmemesi emredilemez. Bir erkeğin sahip olabileceği eşlerin sayısı dört ile sınırlandırılıp, tüm eşlerine eşit muamele edilmesi gerektiğine dair bir şerh koyuldu. Bir erkeğin sonucunu düşünmeksizin eşinden boşanmayı ilan etmesi üç ile sınırlandırıldı, bundan sonra boşanma kesinlik kazanırdı. Bu, boşanmanın ciddiye alınmasını sağladı ve bir erkeğin karısını boş tehditlerle yönlendirmeye çalışmasını engelledi.
Bunlara ek olarak, bir kadına evliliği akdetmeden önce verilen çeyiz, kendi uygun gördüğü gibi yapması için kadının malı kabul edildi. Evlilik içinde eşler, kendileri ve çocukları için nafaka hakkı da dâhil olmak üzere vazgeçilemez ekonomik haklarla garanti altına alındı. Cimri kocası kendisi ve çocukları için ona yeterince para vermeyen bir kadın, bir zamanlar kendisi ve çocuklarının ihtiyaçları için makul ölçüde yeterli olan kocasının parasını almasına izin veren Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) danışmıştı. Bir kadının İslam hukukuna göre evli olup olmadığına bakılmaksızın, hala miras ve kazancın bir kısmını hak ederken kendisi için kendi parasını harcama zorunluluğu bulunmamaktadır. Mali sorumluluk, babası, kocası ya da erkek kardeşi olsun en yakın erkek akrabasına havale edilmektedir.
Müslüman bir kocanın ölümünün ardından, iddet (dört ay ve on gün sürmesi ön görülen yas dönemi) kadına gösterilen bir merhamet olarak kabul edilmekte ve bu süre zarfında kocasının evinde kalmasına izin vermektedir. Bu, bir kadına, hassas bir süre boyunca kaybını derinlemesine düşünmesi için gerekli olan elverişli ve duygusal alan vermektedir. Bu dönem sona eriğinde, kadın istediği kişi ile yeniden evlenmekte özgürdür. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kendisi, onu gönüllü olarak kabul eden, kendilerini çevreleyen damgalama ve adaletsizliği ortadan kaldırmak için bir bağlılık gösteren birden fazla dul kadınla, daha önce dul kadınlara böylesi duyarsızlıkla muamele eden bir toplumla tam bir karşıtlık içinde evlenmiştir.
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kadın sahabeleri, Hz. Ömer bin Hattab (r.a.)’ın ilk elden tecrübe ettiği gibi, kocalarının davranışlarını kontrol altında tutmak için onun soylu bir örneğini kullanırlardı. Hz. Ömer (r.a.) bir keresinde, karısına sesini yükseltir ve karısı da aynı şekilde cevap verir. Karısının kendisine öfke ile cevap vermesine tepki gösterirken, karısı Hz. Ömer’e (r.a.) kendisinin gururunu kırma hakkı olmadığını belirtir. Bütün bu olan bitenden sonra, Hz. Ömer’in (r.a.) Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) ile evli olan kızı, kocasına benzer şekilde cevap verecektir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), eşini susturmadan düşüncelerini dile getirmesi için ona izin verir ve Hz. Ömer bin Hattab’ın (r.a.) karısı, “…ve O senden daha iyi biri,…” diyerek tarihe not düşer. Kadınlara verilen bu değer, Kur’an-ı Kerim’in evlilikle ilgili öğretilerini gösterişsiz bir şekilde hayata geçirmeyi; koca ve eşleri, birbirlerine gösterdikleri bir “merhamet” olarak nitelendirmelerini içermektedir.
Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O’nun kanıtlarındandır. Doğrusu bunda iyi düşünen kimseler için dersler vardır. [Kur’an-ı Kerim 30: 21]